Nasıl Zaman Yaratırız?

Bu soruyu iki ironiyle soruyorum. Birincisi, bu blogdaki son yazıdan beri 6 ay geçmiş. Belli ki zaman yaratamamışım. Kaldı ki bu yazıdan önce başladığım birkaç taslak blogun mutfağında yarım bekliyor. Aslında yazarların bloglarında başlayıp da btiremedikleri, dönmek için bir kenara bıraktıkları taslakların bir arada olduğu paralel bir evren de kesin vardır. 

İkinci ironiyse bu yazıyı yazmış ve yayımlamış olmam. Yani belli ki zaman yaratmışım. Hatta sırf zaman yaratabilmek için yazıyı otobüste kaleme alıyorum. Doktorayla ilgili ardı arkası gelmeden bir dizi iş için bilmem kaçıncı kez bir cumaertesi günümü okulda geçireceğim ve yarım saatlik ulaşımı değerlendirmeye çalışıyorum.

Geçenlerde çok sevdiğim — üstelik Türkiye’ye geldiğinde söyleşi yaptığım — Hugh Howey’nin paylaştığı bir tweet gördüm. Tweet bir yaşıtımdan gelmişti ve aşağı yukarı şöyle diyordu; bu yaşıma kadar pek çok işle uğraştım ve çoğunu iyi de yaptım. Bunların herhangi birine odaklansaydım, şu anda çok zengin/ünlü/başarılı olmuştum; ama dönüp CV’me bakıyorum da birbiriyle alakasız gibi görünen şeylerle dolu.

Sanırım millenial diye tabir edilen neslimin pek çok üyesi düşünüyordur benzer şeyleri. Ben de Kırmızı Saçlı Kız da çok fazla şeyle uğraşıyoruz. İşin aslı, hepsinden keyif de alıyoruz — ya da kazandığımız para keyif/güvenlik veriyor — ama insan gerçekten bazen derin bir of çekip sorguluyor bu zamansızlık halini.

Doktora araştırmamı çok seviyorum. Bir macera olarak doktora artık altıncı yılında tatsızlaşmaya başladı, ‘Bitse de gitsek,’ dedirtmeye başladı; ama yaptığım araştırma, sonunda ortaya çıkan metinler, böyle bir alana adımı koyabilme ihtimali, çok güzel şeyler.

Burada daha önce de bahsettiğim gibi yaptığım işler içinde yazarlığın yeri bambaşka. Yeryüzüne Bakan Teleskop geciktikçe herkesten önce benim içime fenalık geliyor. Bir sonraki iş — bir roman — de yazmaya başladığım ve hatrı sayılır yol kat ettiğim ilk taslağıyla bekliyor.

Akademi Hödükleri adıyla bir podcast serisine başlamıştık. Çok keyifli. Şu anda bir ara vermemize rağmen devam ediyor o da. Şaka maka 5 aydan uzun süredir, 20’ye yakın bölüm çıkardık. Üstelik insanlardan çok güzel tepkiler alıyoruz. Diğer işlere nazaran biraz daha az emek ve zamanla halloluyor olsa da, takvimlere, ajandalara eklenmesi gereken, başka şeyleri ittiren, bozan, kısaltan bir şey.

Bir de geliştirmeye başladığımız iki proje var. Biri dizi, diğeri film.

Bunların hepsinin üstüne çeşitli yerlere söz verdiğim ya da kendime not düştüğüm envaiçeşit yazı var. Gönderilmesi gereken öyküler var — ve öyküleri göndermeden önce yazmak lazım.

Var oğlu var. Bunların hepsini aynı anda yapacak zaman da yok. Üstelik daha çok çalıştıkça nasıl çalıştığım üzerine de daha çok kafa yormaya başladım. Hatta Akademi Hödükleri’nde ‘Nasıl Yazarız?’ sorusunu sorduğumuz bir bölüm bile var. Fark ettim ki ben uzun aralar veren, dinlenmeden işe geri dönemeyen biriymişim. Akşamlarımı kendime ayırmam gerekiyor, bazen birkaç gün hiçbir şey yapmadan durmam gerekiyor, televizyon boca edip bilgisayar oyunları oynamam gerekiyor, yemek yapmam gerekiyor. Kendimi yenilemem hatrı sayılır bir zaman alıyor ve o zamanı kendime vermedim mi uzun dönemde mutlaka etkisini hissediyorum.

Nasıl zaman yaratacağımıza dair bir soruya ilk cevabın, ‘E o zaman şu işi bitirene, buradaki iş sonuçlanana, şuradaki iş tamamlanana kadar daha az ara ver, bir süre dinlenme,’ olacağını biliyor ve bu cevabı elimin tersiyle itiyorum. GDK ve YBT için okullara gittiğim zaman bir konuşma yapmam bekleniyor. O konuşmalarda her zaman çocuklara dürüst bir şekilde anlatıyorum nasıl çalıştığımı ve o kitapların nasıl ortaya çıktığını. Çoğu da şaşkınlıkla dinliyor vaktimi bazen nasıl da boşa harcadığımı.

Durum bu ama. Ben böyle işliyorum. Ne yaratıyorsam, bir şeyler yaratabiliyorsam, onlar bu haddinden uzun dinlenme süreleriyle oluyor. Zaten çoğu zaman da asıl yapmam gereken işle ilgili kilit cevapları bu nadas zamanlarında buluyorum.

Şimdi gerçekten de zaman yaratmaya ihtiyacım var. Mart, Nisan ve Mayıs ayları çok yoğun geçti. Bir klip, iki şarkı, doktora için altmış sayfa, Akademi Hödükleri. Şimdi daha da yoğun olması gereken bir dönemi daha rahat geçirmenin yollarını bulmam lazım. Sanırım özünde doktora çalışmalarını bir şekilde tam zamanlı bir iş gibi düşünmem, ve diğer her şey gelip giderken bir yandan onlara sürekli devam etmem gerekiyor. Yoksa önce şunu bitireyim, sonra şuna geçeyim diyerek çözebileceğim bir noktada değilim. Nasıl olacak bilmiyorum; ama bir yolunu bulmam lazım.

Sonra öncelikler YBT’nin yayınevine teslimi, dizi ve film. Filmin senaryosu çıktıktan sonra romana dönebilirim sanırım. Belki. Bilmiyorum.

Belki tüm bunlar olurken yarım saatlik başka bir yolculuk yakalarım, buradan da haberdar ederim zaman yaratıp yaratamadığımı.

Bir saniye. Bu yazıya üçüncü kez dönüyorum, sürekli bir tamamlanmamışlık hissi var. Sanırım buldum, Hugh Howey. Paylaştığı tweet’e cevap olarak şöyle diyor yazar. 34 yaşıma kadar ben de böyleydim, kendimi bir şeye versem inanılmaz olurum diyordum; ama yapmıyordum. Sonra o yıl ilk romanımı yazdım. Sonraki beş yılda bir düzine roman daha yazdım. Her zaman gençsin, hiçbir şey için hiçbir zaman geç değil.

Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değil.

Yeni Yıl

Yeni bir şeye başlarken, neden eskisinden bahsederiz? Daha doğrusu neden geride bıraktıklarımızın kötü yönlerine odaklanırız? Yeni bir yıla başlarken neden dileklerimiz geçen yıl yapamadıklarımıza, aldığımız kararlar başaramadığımız planlara göre belirlenir? Başka türlüsü mümkün değil mi?

Her yılın sonunda, yeni yıla dair dileklerimi yazıya dökmek benim için kişisel bir gelenek haline geldi; ama bunu yapabilmek için geçirdiğim yıla dönüp bir bakmam gerek. İşte bu düşüncelerden yola çıkarak, bu sefer geriye baktığımda iyi anlara, güzelliklere odaklanmaya karar verdim. Eğer yalnızca yeni yıl dileklerinin peşindeyseniz yazının son paragrafına uçabilirsiniz.

2018 daha önce hiç yapmadığım kadar çok yazdığım bir yıl oldu. Tüm yıl toplam 50 bin sözcüğe yakın yazdım. Yeryüzüne Bakan Teleskop’u bitirdim,  Rüyagezer’i bir televizyon dizisi formatında yeniden yazdım, yeni bir romana başladım. Bunların yanında bir de doktora tezimin kayda değer bir kısmını tamamlamış oldum.

Uzuuuuun bir zaman sonra, hem de istediğim gibi bir şiir yazdım. Bunun neden önemli olduğunu, neden bu kadar uzun sürdüğünü belki başka bir yazıda açıklarım; ama Büyük Dalga, Kafasına Göre Dergi’nin 24. sayısında, 2019’un ilk günlerinde yayımlandı ve bu “eve dönüş” inanılmaz bir rahatlama hissi getirdi. Burada yazdıklarımı takip ediyorsanız, Kafasına Göre, Kayıp Rıhtım, Marşandiz gibi yazdığım bütün mecralardan kendimi nasıl geri çektiğimi, sonra da bir yılı aşkın süre nasıl da hiçbir şey yazamadığımı biliyorsunuzdur. Bu yüzden hakikaten eve dönüş gibi bir his bu yaşadığım.

Can Koçak ile bir podcast’e başladık. 2018’in son haftası ilk iki bölümü yayımlandı. 2019’un ilk haftası 3. bölüm gelecek ve sonra da her hafta bir bölümle devam edecek. Son 2 yıldır Oscar Ödül Töreni öncesi o yılın akademi ödüllerini yorumladığımız, bunu yaparken de oldukça çirkinleştiğimiz bir program yapıyorduk “Akademi Hödükleri” adıyla. Bunu her hafta iki kültürel olaydan bahsettiğimiz, yarım saatlik bölümler halinde bir dinlenceye dönüştürdük; kolay erişilmesi için de Spotify’da (yakında Apple Podcasts’te de olacak umarız) dinlemeye sunduk. Spotify’da podcast’ler bölümüne girip “akademi hödükleri” diye aratmanız yetecektir sanıyorum. Takip ederseniz de her yeni bölüm eklendikçe ayağınıza gelecektir.

Son olarak Kırmızı Saçlı Kız’ın müzik projesi Glasxs’e olan katkımla barıştım. Nedenini şimdi anlayamadığım bir şekilde (ama muhtemelen beni bütün o yazı mecralarından uzaklaştıran nedenlerle aynı neden) sürekli olarak adımın geçmesinden sakınıyor, kendimi adeta sildirmeye çalışıyordum. Artık öyle bir şey yok. Sevdiğim kız sevdiğim müziği yapıyor, ben de zaman zaman görsel olarak, zaman zaman fikirsel olarak, hatta bazen teknik, lojistik olarak yardımcı oluyorum. Nasıl Nil’in dedesinin de çocukken gökyüzüne düşebildiği fikrini bana o verdiyse, ben de onun sanatını etkiliyorum.

Evlilik böyle bir şey sanırım.

2018’e girerken yapmayı umduğum şeylere bakıyorum. YBT bitti. Rüyagezer dizisi bitti. Yeni romana başlandı. Müthiş. Her on günde en az bir kitap okuyayım demişim, ama iki haftada bir kitap okuyabilmişim anca. Yarı maraton koşmak istemişim, koşamadım.

Sorun değil. Dedim ya, yaptıklarımıza, başardıklarımıza, mutlu olduklarımıza odaklanalım. 2018 başından sonuna Londra’da olduğumuz ilk senemizdi Kırmızı Saçlı Kız’la. Bu şehri seviyorum. Yürüyüş yapalım diye çıktığımızda önümüzdeki parklardan birini seçmeyi, tanımadığım insanlarla sırf köpekler hak etmediğimiz kadar tatlı diye sohbet etmeyi, marketimin sushi reyonunu yağmalamayı seviyorum.

Mahallemin kütüphanesini, üniversitemin kütüphanesini, üyesi olduğum Senato Kütüphanesi’ni de çok seviyorum. Her gün çalışacağım kütüphaneyi bu şekilde seçebiliyor olmak muh-te-şem.

İşte böyle giriyorum 2019’a. 2018 yazında Kırmızı Saçlı Kız’la yeni yıla yalnız girmeye karar vermiştik. Bir yere gideriz, birkaç günlük küçük bir kış tatili yaparız demiştik. Sonra tatile harcayacağımız parayı başka bir şey için biriktirmeye karar verdik. O yüzden şimdi yeni yıla girerken evde, huzur ve bol led ışıkla oturuyoruz.

Ben birazdan bolonez yapacağım. Favori cabernet sauvignon’umuz buzdolabında soğuyor. Danimarkalılar hygge için ortalama beş-altı mum yakıyormuş, evde şu an yanan mum sayısı sekiz.. Kırmızı Saçlı Kız yanı başımda, üstünde 3 yıl önceki bir yılbaşı için hediye ettiğim elbise var. Onun aklı yeni şarkısında, benim aklım romanda.

Bu yıla başka türlü girmek istemezdim.

Bu demek değil ki 2019’dan dileğim yok. Dedim ya, kişisel bir gelenek artık. Yeni yıl dileği dilemeden eski yılı kapatmak istemiyorum. O yüzden hepimiz için geliyor:

Yeni yıl hepinize güven getirsin. Kendinize güvenin, kendinizi güvende hissettiğiniz yerlerde olun. Umarım bu yıl hiç tatmadığınız bir yemeği dener ve çok sever, sevmediğiniz bir kitabı yarıda bırakırsınız. Size iyi gelmediğini düşündüğünüz bir insanı da yarıda bırakmakta bir sakınca görmüyorum. Dünyada bin türlü çılgınlık oluyor ve tüm bu çılgınlıklara her an ulaşabiliyoruz; o yüzden dilerim bu yıl kendinize zaman ayırıp dünyada olan bitene karşı kısa süreler için de olsa gözünüzü kaptabilirsiniz. Siz, tüm dünyadan daha değerlisiniz. Mum olsun, şömine olsun, kamp olsun, en az bir kez yanan bir ateşin başında kendinizi dinlemenizi dilerim. Umarım o yanan ateşin başında sokulacak biri de olur yanınızda. Umarım sokulduğunuz kişi sizi sıkı sarar, size bilmediğiniz şeyler anlatır ve sizin anlattıklarınızı da dinler. Ve tabii ki her yıl olduğu gibi umarım o sokulduğunuz kişi tarafından; ya da başka bir kişi tarafından (ama yalnızca siz istiyorsanız)… öpülürsünüz. 2019 hepimize huzur & uğur getirsin.

Sevgiyle.

Orçun.

Nasıl Yazarız?

Yazan insanların nasıl yazdıkları üzerine düşünüyorum.

Sık düşündüğüm bir şey değil bu; ama zaman zaman kısa süre için yoğun bir şekilde üstünde dururum. Genellikle bir şeyler yazmaya başlarken, ya da bir şeyleri bitirmeye odaklanmışken oluyor bu. Şu durumda, ikisinin ortasında oldu. Yeryüzüne Bakan Teleskop’u bitirmeye çalışıyordum, hemen sonra da romana başlamıştım ve o zamandan beri yazarların nasıl yazdığına dair her şeyi mideye indiriyorum.

Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun podcast’i “İlk Sayfası”nı dinliyorum. Ahmet Ümit her zamanki keyifli sohbetiyle anlattı nasıl yazdığını, Zülfü Livaneli de iyi bir hikaye anlatıcısı olmanın ne olduğunu gösterircesine rahat ve alelade anlattığı gündelik öykülerini bile dikkatle dinletti. Bir sürü farklı yazarın (şu anda 9) farklı yazma hallerini görmek ilginçti.

Beni en çok şaşırtan şey, Türkiye’de yalnızca yazmaya yeni başlayanların değil, çok satan yazarların bile bazılarının revizyona, taslaklamaya pek inanmıyor oluşu. Hakan Günday örneğin, oldukça hızlı bir şekilde yazdığını ve geri dönüp bir daha romana bakmadığını, hatta sonra bazen hatalar fark etse bile düzeltmediğini söyledi. Bunu “punk”la ilişkilendiriyordu; beklemiyordum.

Diğer yanda Nermin Yıldırım ve Hikmet Hükümenoğlu romanlarının 5-10 taslaktan, versiyondan geçtiğinden bahsetti. Gerçi Hükümenoğlu en küçük değişikliği bile yeni bir taslak olarak tanımladığını, bu yüzden tam sayıyı asla bilemediğini de söyledi.

Diğer yanda Emirhan Burak Aydın’ın blogu Endişe Odası’na bakıyorum. Orada şöyle diyor Aydın: “Yazarken ne zaman gerçeğe çok sadık kalsam, o kısım sıkıcı oldu. Ne zaman yaşananı bozsam, kurguyu dahil etsem, o kadar daha iyi hikayeler çıktı.”

Ahmet Ümit de İlk Sayfası’nın ilk bölümünde sorulduğu zaman, yeni yazarlara yaşadıkları şeyleri aktarmalarını öğütlüyor. Ayrıntısına çok inmese de, Aydın’ın söylediğinden daha “gerçeğine sadık” bir aktarımdan söz ettiğini sanıyorum.

Bunu düşünerek şimdi yazdığım romana dönüyorum. Adı galiba MBRY,SÖ. Romanın belli başlı yerlerinde otobiyografik ögeler var gerçekten. Daha doğrusu otobiyografik demek istemiyorum; ama kurguyu kuvvetlendirmek için başıma gelen, canlı şekilde hatırladığım olayları başıma geldikleri haliyle ama başka karakterlerin başına geltirdim.  Romanda başka birinin başına geliyorlar; ama olay aynı yani. Şimdilik iyi hissettiriyor. Bir terslik, ya da Aydın’ın yaşadığı gibi sıkıcılık görmüyorum. Sonraki taslaklar ne der bilmiyorum tabii. Taslak demişken,

Nasıl yazarım?

Farklı medya araçları için farklı şeyler yazdım ve farklı şeyler denedim. Gökyüzüne Düşen Kız, Yeryüzünden Gelen Adam ve Yeryüzüne Bakan Teleskop’un üçü de ayrıntılı planlar yaparak başladı. En az üçer taslaktan geçtiler (GDK’nın yayınevine giden son taslağı 7. taslaktı). İkinci taslağı birkaç beta okuyucuya gönderdim, sonra kendime de bir çıktı aldım  ve onların notlarıyla kendi kağıttan okuduğum halinin üstüne yazdığım notları birleştirdim.

Yakın zamanda “Büyük Dalga” diye bir şey tamamladım. Çok kısa olmasına rağmen tek başına birkaç taslaktan geçti ve son halini bulması aylar aldı.

Rüyagezer’i geçen yıl bir televizyon dizisi olarak yeniden yorumlamıştım. Orada ayrıntılı plan senaryonun yazım süreciyle iç içe geçti ve oldukça yoğun geçen birkaç hafta içinde tamamlandı. Orada ise 2 ve 3. taslak arasında dramatik değişiklikler oldu. Şimdi 4. taslak yapmam gerekiyor ve biliyorum ki yeni taslaktaki değişiklikler daha da dramatik olacak. Böyle radikal değişiklikleri yalnızca senaryolarda yapıyor/görüyor olmak ilginç.

Şimdi yazdığım romandaysa ilk kez ayrı bir yere yazılmış ayrıntılı bir plan yok. Belli başlı sahneleri biliyorum, nasıl başladığını biliyordum, nasıl biteceğini biliyorum. O noktalara gelene kadar aradaki boşlukları yazarken dolduruyorum. Dahası bir boşluğu doldururken genelde ilerdeki birkaç boşluk için daha fikirler gelmiş oluyor. Sanıyorum ki çok geçmeden her şeyi bilir bulacağım kendimi.

İlk kez ilk taslağı elle yazıyorum. Müthiş bir his. Neil Gaiman’dan aldığım tüyoyla her gün farklı renk bir mürekkep kullanıyorum ki her oturduğumda ne kadar yazmışım görebileyim. Kendi yazımı okuyabilmek adına bir tık da yavaş yazmaya çalışıyorum, bir süre sonra yavaş yazmak düşünce akışımı da yavaşlatıyor, sanki yazdıklarım daha çok şey ifade ediyormuş gibi geliyor; ama bakalım öyle mi gerçekten.

Böyle olunca ikinci taslak da haliyle el yazısını bilgisayara geçirdiğim taslak olacak, iki katı dikkatle düzenlenmiş bir taslak olacaktır umuyorum. Henüz o noktaya çok var; ama bütün yazma serüveni öyle işlemiyor mu? Bir sözcük koyuyorsun, bir sözcük daha koyuyorsun ve sonra bir de bakmışsın… her yer sözcük dolu.

Neden Yazarız

Neden yaratırız?

Yaratıcı bir etkinlik olarak neyi seçiyorsak; müzik yapıyor olalım, öyküler yazıyor olalım, resim yapıyor olalım, bunu neden yaparız? Neden bankacılık yapmak yerine – ya da bazen eşzamanlı olarak bankacılık yaparken – hemen geri dönüş alamayacağımızı bildiğimiz sancılı bir sürece sokarız kendimizi.

Yıllarca kendime ve çevreme meşguliyetin beni beslediğini, hayatımın en yoğun dönemlerinde en çok ve en iyi işlerimi ürettiğimi iddia ettim. Yıllarca buna inandım da. Şimdi her halimi gördüm. Yoğun olduğum, bomboş olduğum, nasıl bu kadar yoğun olduğuma inanamadığım zamanları gördüm. Aynı anda iki iş yaptığım, beş iş yaptığım zamanları, hiçbir şey yapmadığım zamanları gördüm. Kendimi gördüm. Ve dünyanın en sıkıcı sonucuna ulaştım.

Hiçbir şeyin, nasıl yazdığın hakkında bir etkisi yok Orçun. Yazdığın zaman yazıyorsun. Yazmadığın zamansa… başka bir şey yapıyorsun demek.

Neden yazarız?

“Dünyayla derdi olmak” sık kullanılan bir terim yazarlar için. Niyeyse diğer sanat dalları için o kadar baskın kullanılmıyor. Yazar illa dünyayla derdi olduğu için mi yazar? Durup tekrar düşünüyorum. Bu basmakalıp bir düşünce, tabii ki öyle bir koşul yok diyesim var; ama diyemiyorum. Aklıma ilk saniye gelen cevap neyse, sonunda vardığım sonuç da o. Evet. Yazar, yazıyorsa illa dünyayla derdi vardır.

Dünyası küçük olabilir veya derdi evrensel olabilir. Dünyayla derdinin – hele ki yazarlık kariyerinin başlarındaysa – farkında olmayabilir; ama illa bir derdi vardır. Neden yazarız, sorusunun cevabı da buradan gelir. O sancıyı, o süreci, o hayal kırıklıklarını yaşamaya neden razı olur? Sanatını herhangi bir şekilde icra eden kişi, neden bunlara rağmen devam eder? Bir derdi vardır çünkü ve anlatmak ister, derman bulmak ister.

Benim derdim ne? Son birkaç aydır bu soruya cevap arıyorum. Sokakta ve internette gördüğüm hayatta beni en çok üzen, en çok canımı sıkan, en çok yoran şeyleri sıralamaya çalışıyorum. Aslında dünyayla olan dert öyle formül üzerinden yürütülebilecek bir şey değil. Sıralamaya çalışırken zaten gözümün önünde oluşan şey de bir denklem değil. Bir bulut.

Çok fazla endişe var bu dünyada.

Benim derdim bu. Şuna endişe, bundan endişe diye açmayacağım burada. Biraz düşününce çıkıyor zaten çoğu şeyin ucu endişeye. Dönüp bakıyorum eskiden yazdıklarıma, şimdi yazdıklarıma, aklımdaki fikirlere. Hepsinin özünde endişe var. Gökyüzüne Düşen Kız’da sürekli tekrar ediyor mesela: Nil’in içinde bulunduğu durumda duyduğu endişe, her seferinde bununla başa çıkıp, kendini rahatlatıp, devam etmesi.

2018_NYR_15769_0039_000(katsushika_hokusai_kanagawa_oki_nami_ura_from_the_series_fugaku_sanjur)

Kanagawa-oki nami ura. Hokusai’nin Büyük Dalga‘sı. Bunlar üstüne kafa yorarken son birkaç aydır kendimi sürekli bu resme bakarken buluyorum. Büyük dalga balıkçıları alabora etmek üzereyken – alaşağı demek istiyorum burada – resmedilen bu sahne tarif etmesi güç bir huzur veriyor. Halbuki anlattıklarıyla hissettikleri öyle tezat ki. Tıpkı duyduğum endişeden kurtulmak için yazdığımda huzur bulmam gibi. Ne tuhaf. O zaman,

Neden yazarım?

Bir panik atak düşünün. Kendini saniyeler, dakikalar içinde ortaya çıkarıp saklandığı yere geri dönmesin de, yıllara yayılsın… Sinüs grafiği gibi dalgalanarak bütün hayatınızı kaplasın. İnsan hayatı böyle. Benim için onu yola sokacak, düz bir çizgide ilerletecek yegane şey, türlü şekillerde ondan bahsetmek. Hayaletin adı olunca hayalet o kadar korkunç değil; ve bir gün olur da kendimi gökyüzüne bakarken Hokusai’nin resimlerine bakarken bulduğum dinginlikte bulursam, o gün bileceğim ki dünyayla bir derdim kalmamış.

Kırmızı Saçlı Kız

Bugün Kırmızı Saçlı Kız’ın doğumgünü. Yarın, üçüncü evlilik yıldönümümüz. Onunla ilgili yazmayı çok istediğim bir yazı var. Başlığı “Manda Derisi”; ama sanırım zamanı gelmemiş olmalı, henüz bitmedi.

Sanatın herhangi bir dalıyla uğraşan herkes, bir süre sonra kendini anlatırken fazla karmaşık olmaya başlıyor sanırım. O kadar çok okuyor, izliyor, dinliyoruz ki, bir süre sonra hissettiklerimizi, düşündüklerimizi düpedüz söylemek, basit sözcüklerle dile getirmek çok daha zor oluyor sanki.

Öyle bir noktada hissediyordum kendimi. Kırmızı Saçlı Kız’ı nasıl anlatırım bilemiyordum çünkü. Anlatmaya çalıştığım her seferinde, daha çok sözcük çıktı, daha çok şey söylüyor oldum.

İşte böyle bir anda yardımıma koştu Ezhel. Kırmızı Saçlı Kız’a söylemek istediklerimi bir şarkısında anlattı. Şarkının tüm sözleri güzel, her bir dizesi de yakışıyor Kırmızı Saçı’ya; ama özellikle bitişini söylemeden geçemeyeceğim. Gerçekten bu kadar basit çünkü:

Senin gibi olabilen az.
Sensin gördüğüm en iyi kız.

Seni seviyorum. İyi ki doğdun.